Hancı Eşeği

                                                 

                                                                                                           HANCI  EŞEĞİ


 


Şimdilerde şık ithal-lüks arabalarla gezmek bir gurur kaynağı ve sınıf sembolü haline geldi. Bu araçların eskiden her işe koşulan eşeklerin yerini aldığını söylesek yalnış olmaz herhalde. Bazılarımız adeta bu aletler olmadan yaşayamaz, bunalımlara düşer, kendilerini ispat edemez duruma geldiler. Lüks arabalar yalnızca gereksinim değil, aynı zamanda sınıf sembolü oldu. Yaşamanın vazgeçilmez araçları bunlar olup çıktılar. Bazı üst düzey seviciler böylesi bir araca sahip olmayan erkeklere kesinlikle yüz vermemeye başladı. Yeni bir olgu bu herhalde, kentte yaşadığı halde arazi aracı olmayana sevgili yok. ‘Yahu sen taşrada mı yaşıyorsun’ diye soran da. 


 


Bolca vergilendirilmemiş parası olan da, zor zoruna denkleştiren, hatta tüp taktıran da kendine büyükçe arazi aracı satın almaya başladı. Vatandaş evinden markete arazi aracıyla gidiyor. Sanki oraya giden yol Kumarlar Yaylası’ndan geçiyor. Aracı kullanırken takılan gözlükler de en pahalısından. Bunlara ek olarak yere mümkün olduğunca yakın araçlar var. Yere beş santimetre yükseklikteki bu aletleri de unutmayalım. Jilet gibiler, o biçimler, yumruk kadar bir cismin üzerinden zor geçerler ama heveslisi çok. Alanların çoğunun ne parça- servis fiyatlarından, ne aşınmadan dolayı gelen değer kaybından haberi var. Bilmek bile istemiyorlar çünkü ya lüks araba ya da hiç. Aksi halde adam yerine koyulmayacakları korkusu içindeler.   


 


Aşırı yakıt tüketimi var, büyük motorlu araçlar ayrıca çevreyi de fazla kirletmeleriyle hiç de öyle övünülesi aletler değiller. Ayrıca çok pahalılar. Kıt kaynakların yurt dışına kaçması da cabası. İnsanın yaşayabilmek için bu kadar lükse gereksinimi var mı? Eğer varsa o zaman şu bir gerçek ki, yeryüzünde yaşayanların çoğu bu lükse sahip olamaz, olsa dengeler alt üst olur. Düşünün milyarlarca insan arazi tipi araçlarla markete alış verişe ya da misafirliğe gidiyor. Bu durum gezegeni zora sokar. Atmosferin zaten tepesi delindi. Belki de biz anlamak istemiyoruz, belki de işin zevki bu, herkesin sahip olamadığı lükse sahip olmak. Diğerleri bakarken haz almak. Peki yorum yapmayalım bu konuda. Zaten görüyoruz olayları, insanlar birbirini yiyiyor. Özellikle yoğun nüfus artışının yaşandığı ülke ve bölgelerde kan çıkıyor. Hem cahil ve bilgisiz insan sayısı çok, hem de bu yığınlar ülke yönetimine kendi kapasitesini görmeden müdahele etmeye çalışıyor, doğal olarakta yüzüne gözüne bulaştırıyor. Etrafına da, yaşadığı ülkeye de çok zararlar veriyor.


 


Görülüyor ki Anadolu insanı büyük kentlerde süpermarkete ya da işe gitmek için arazi araçları ya da hız yapmaya yarayan arabalar kullanmaya başladı. Oysa bu araçların kapasitelerini tam anlamıyla zorlamaya kalktıklarında facialar ortaya çıkıyor. Köylünün de buna katılmadığını söyleyemeyiz. Ülkenin en uzak köylerinde, kerpiç evlerin yanında, ‘ağaç dikilen yerde adam ölür’ diye konuşanların kapısının önünde, kup kuru kasabalarda, kayaların arasında akla hayale gelmedik lüks araçlar park ediliyor. Hem de neler neler. Bu araçları kullananları bir yazılı sınava soksanız acaba kaç tanesi aracını tanıyordur. Kaç tanesi kullanım klavuzunu okumuş ve tamamını anlamıştır. Alt tarafı vatandaş bir noktadan diğerine gidecek. Değer mi yahu bu kadar savurganlığa?


 


Büyük bir doğal afet olmaz ya da Haçlı Ordusu memleketimin kapısına dayanmazsa, yolları düzelmeye yüz tuttu ülkenin. Ancak her nedense magazin programlarında boy gösteren medyatik kişiler, sosyete insanları, futbolcular ya da türkücüler gibi toplumumuzun ileri gelen ‘örnek’ kişileri, kentlerde arazi arabasıyla gezme kültürüne alıştılar. Bakıyoruz papparaziler mankeni futbolcuyla barda yakalıyor. Böylece doğrusu da bu oluyor programı seyreden gençler için. Bardan çıkıp direksiyona geçmek normal oluyor, örnek bir davranış oluyor çünkü ünlüler böyle yapıyor. Alkollü yakalanan ünlü vatandaşımız polise sarhoş diliyle dayılanıyor, sanki karşısında devletin polisi değil de emireri var,


 


“Sen kimsin be? Avukatımı getirin, sizi Avrupa... şeyine şikayet ederim ha, insan hakları var. Ne sıfatla kolumdan tutuyorsun ha?’’


“Sizi Avrupa Birliği’ne sokturmam! Görürsünüz, mahkemelerde süründürürüm, kim olduğumu kanıtlarım. Vallaha bir telefonla doğuya sürdürürüm.’’


 


Polisi sözlü hatta fiziksel bir şekilde tehdit ediyorlar. Çünkü onların nüfuzları, dostları, kulisleri ve kullandıkları araçlar önemli oluyor. Bu davranışı bize insan hakları dersi vermeye yeltenen küstah ülkelerin birinde yapsalar, sonucu iyi olmaz. Örneğin merkeze götürürülürlerken sırtlarına tampon olarak bir telefon rehberi yerleştirilip dövülebilirler. Polis yalnışlıkla kelepçe takarken o kişiyi yere devirir, devirme sırasında kişinin kafası kaldırım taşına vurabilir. Daha neler neler olabilir...


 


Ülkemiz polisi görevinde bile böylesi gelişmiş araçları kullanamıyor. Oysa saygınlık ve para sahibi bu kişiler Avrupa Birleşik Devletleri’ne doludizgin ilerlemekteler. Çünkü onlar eşeğe binmiyorlar. Konuyu dağıtmayalım çünkü konu bununla ilintili, nitekim öykümüzde gerçek eşekler var.


 


Ellili yıllardaydı. O zamanlar her köylünün eline motorlu araç ne gezer! Atı olana bile zengin gözüyle bakılırdı. Köylü hem günlük yaşamında hem de kasabaya inerken eşeklerden faydalanırdı. Eşek günlük yaşamda vazgeçilmez bir yardımcıydı. Bağdan toplanan üzümü de, odunu da o taşırdı. Avradı eşeğe bindirip kendi yürüyen Anadolu delikanlısıyla şaka karıştırılmak suretiyle de alay edilirdi. Yanından geçmekte oldukları tarlalardan bu fazla görülmeyen ‘ufo’ davanıştan ötürü yaşlı kadınlar laf atarlardı,


 


“İndiiiir, indir de sırtına bindir.”


 


Delikanlı hafif gülümseyip başını öne eğerek geçerdi tarlaların yanından. Sevdiğiniyse eşekten indirmezdi. Köyden kasabaya inen eşekli köylüler kurutulmuş iğde, şıra, elma dolu heybeleriyle hana vardıklarında sıcak çorba içer, orada gecelerlerdi. Yorgun olurlardı, hem kendileri hem de eşekleri. Handa her çeşit insan konaklardı, hani duvarlarının anımsandığı Faruk Nafiz Çamlıbel ustanın şiiri gibi,


 


            “Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı


               bir dakika araba yerinde durakladı


                   .............................................


                Ulukışla yolundan Orta Anadolu’ya


                ilk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık!”


 


diye devam eden o uzun şiir. Anadolu’nun yollarında bulunan hanlar, hancıları ve yolcuları. Hanlar uğrak yeri. Hanlar barınma ve buluşma yeriydi. Ahır da hanın park yeriydi. Orada Jeep’ler yoktu. Orada at ve eşekler vardı. 


 


Eşekler orada yem yiyip, bol bol dinlenirdi. Hanın arkasındaki ahır aynı zamanda gençlerin ara sıra rağbet edip cinsel eğitim aldıkları yerdi. Çünkü burada duvarın üzerinden eşeklerin ilişkilerini seyrederlerdi. Bir çoğunun bağı da gevşekti. Hancının kendi eşekleri ise hiç bağlı olmazdı. Çünkü hancının eşekleri ev sahibiydi. Hancının eşekleri seçkin, enseleri, kolları, bacakları daha kalın ve diri, Orta Anadolu deyişiyle ‘kussuk gibi’ olurdu. Kasabada fazla yorulmazlar, fazla ağır işe koşulmazlar ve iyi beslenirlerdi. Eşleşmeler olacağı zaman ortada dolanan bu diri eşekler ilk harekete geçer, koklaya koklaya eş seçerdi. İstedikleri konuk eşekle ilişkiye girmeye başlarlardı. Bunu gören diğer eşekler de kızışmaya başlar ve aralarında duvardan halkasını kopartanlar da olurdu. Hayvanlar kaymak gibi beyaz beyaz terler, ahır iyice hareketlenirdi. Eşekler anırmanın bir altı ses tonuyla moruldanır, kişnerdi. Bunu seyreden gençlere bakkal ‘MemetAğa’ zeytin ekmek, çemen ekmek, kurutulmuş elma, dürüm ve kuru yemiş satar yolunu bulurdu. Orada neler olduğunu çok iyi bilen hancı Ahmet Ağa ve bakkal ara sıra göstermelik de olsa bağırır çağırır, böylece durumu kurtarırlardı,


 


“Dağılın ula buradan,boğuböyüğün torunu, Ali Ağa’nın oğlu sen de mi ordasın la ayıp iningaşağı, varırım yanınıza deynaağanen ha..”


 


Hancı sanki meydan okurcasına kırbacını yerde şaklatırdı. Böylece mekan sahibi günahtan arınır ve bu çark bu şekilde dönüp giderdi. Gençler fırçayı yiyince bir süre dağılır kaçardı ama yeniden gelip çıkarlardı duvarın üstüne.


 


Bugün gençler oldukça değişik platformlarda cinsel eğitim almaktalar. Bilgisayarlar var, kitaplar var, bilmiş abi ve ablalar var. Belki çok uzak köylerde halen bir takım hancı eşeği olayları oluyordur, köy çocuları duvarlara tırmanıp halen bu deneyimden geçmektedir. Uzay aracına benzeyen lüks arabalara rağmen ahırlar ve o kültür yok olmamıştır. 


 


Öykümüzün başında bahsettiğimiz lüks arazi aracı kullanan seçkin kişiler eşeğe binmeyi bilemezler sanırım, trafik kurallarını da öğrenmede zorlanmaktalardır. Özel dünyalarında ise belki de o hancının eşeklerine benzer bir özel yaşam sürmekte oldukları da, sıkça eş değiştirdikleri de bir gerçektir. Bugün Metroseksüelgibi özdeyişlerle Überseksüel gibi yakıştırmalarla anılan kişilikler var. Ailesinden boşanmış ya da hiç evlenmemiş, ortada dolaşıp sürekli eş değiştiren ve bundan zevk alan birçok dişi ve erkek hancı eşeğiyaşamaktadır metropollerimizde. Onlar bu Anadolu gerçeğini belki de hiç duymamışlardır. Onlar bugünün modern hancı eşekleride olsalar, belki bunun farkında değillerdir. Hancı eşeklerini yermiyoruz, eleştirmiyoruz ve insan hallerine ve eğilimlerine saygı duyuyoruz; Neden olmasın? Serbest yaşayan, özgürce eş değiştirip yaşamanın tadına bu şekilde varan insanlar. Ama bilsinler dedik hancı eşeklerini. Birisi lafını ederse öyküsünü de bilsinler, hepsi bu.


 


Bu kişiler Anadolu kültürünün ciğerini bilen vatandaşlarla muhabbet ortamında pek karşılaşmazlar, sanmıyorum. Belki nostalji ya da folklorik takılmak için bulurlar bu özgün tipleri. Gazete kağıdının üstünde beyaz peynir, zeytin, domates ve sucukla rakı içerler. Böylesi manzaraları Zeki Alasya ve Metin Akpınar’ın filmlerinden görmüşlerdir. Ancak o vatandaşın böyle olguları anlatacağı ortama da zor girerler. Belki de o muhabbette bu tip derin kültürleri anlatacak derinlikteki Anadolu delikanlısına da pek denk gelemezler. Gene de yazalım dedik bu öyküyü. Şimdiki kentli, metropollü, kentli hancılar da bilsinler eşeklerinin değerini. Hancı eşekleri de bilsinler bu ünvanın nereden geldiğini.


 


                                     Cem Güneş