Murmansk





                                                                                                      28 aralık 2011, Murmansk Havaalanı



 









  Rusya’ya ilk defa adım atıyorum. Antonov24 tipi eski model bir uçakla iniş yapıyoruz. Her yer karanlık, uçak     

  görmüyorum, ışıklı bir pist görünüyor ve iniyoruz. Uçaktan çıkıyorum. Uçak polislerle çevrilmiş.


Bayan bir polis elimize renkli plastikten kartlar veriyor. Adam başı bir adet. Sonradan bunun yolcuların tamamının uygun yoldan giriş yaptığının alaturka bir sağlaması olduğunu anlıyorum. Kapı girişinde de bir polis var. İçeri giriyoruz. Havaalanı çalışanlarının üniformaları, koyu yeşil renk ceket, daha açık yeşil gömlek, kravat ve şapka. Pasaport kontrolünden önce tuvalet yok. Kontrole giriyorum ve havaalanından çıkıyoruz. Bizi bekleyen araca binip M18 karayoluyla Kandalaksha’ya doğru yol çıkacağız.

İlk izlenimim:

Ben yaşamım boyunca bu kadar düzgün üniformalı ve üstündeki üniformayı bu kadar gururla taşıyan insanlar görmedim. Hepsi ütülü, tertemiz. Bayanlar makyajlı ve bakımlı. Hepsi dimdik, pırıl pırıl. Oğul ve kızlarınla övün Rusya.




Yollar kardan arındırılmış. Başka dünyaya gelmek böyle olur. Yolda birkaç duraklama tesisi var. Ya havalandırma kötü, ya da yemek ön cama yakın yapılıyor. Camlar buğulu ve ön vitrinde siluetler görünüyor. Memleket aklıma geliyor, orada da kışın kimi camlar buğuludur.

Sular göller donuk, hava soğuk. Epey bir yol aldıktan sonra yola yakın bir yerde donmamış sıcak bir göl karşımıza çıkıyor. Polyarniye Zori (Kutup Şafağı) adlı atom reaktörünün soğutma suyu bu. Yollar kötü değil, arabalar da yenilenmiş. Gökyüzünde ay dalgalı bir iki ince bulut fonu önünde ince bir hilal şeklini almış bana selam veriyor sanki.


Kandalaksha’ya ulaşıyoruz. Binalar, 1960 yılının Ankara-Aydınlıkevler semtindeki gibi. Koyu gri, bazıları dışarıya doğru balkon çıkartmış. Apartman girişleri aşınık, posta kutuları yorgun. Her yerde 50’li yıllarda yapılmış köprü, yol, demir yolu istasyonları, kültür enstitüleri, okullar, spor tesisleri ve daha nice altyapı var. Kızıl yıldız  ve altında yapım tarihi. Ülke halen Sovyetler Birliği zamanında inşa edilen dev bir miras üstünde oturuyor. Evlerin içi şıkır şıkır 60’lı 70’li yılların harika eşyalarıyla dolu. Duvar halılarının önündeki divanda içtiğim sıcak çayın tadı halen damağımda.

 

Çılgın bir yılbaşı akşamı yaşanıyor, her taraf ışıklarla süslü ve insanlar neşeli. Yılın ikinci günü dört kar arabası, altı kişi ve bir köpekle Lesuha köyünden yola çıkıyoruz. Yanımızda bol yemek ve adam başı bir şişe votka var. Bütün gün donmuş gölde <<okun>>  yabani levrek tutuyoruz. Orman üşütmüyor ama donmuş gölün üstünde biraz üşüyorum. Keyifli bir balık partisi süslüyor yılın ilk günlüklerini.


Orada kaldığım günlerde av kuşları, çeşitli balıklar, kefir yoğurdu, türlü peynirler, Jigulövskoye ve Boçka birası, mantı ve daha  çeşit çeşit yemekten çok tad aldım; hiç yadırgamadım. Sanki doğduğumdan beri bu yemekleri yiyiyorum. Avrupa’nın başka ülkelerinde ben bunları hissetmedim. Bence Rusya zaten her yönüyle bir Batı Asya ülkesi. Sözde ilk olarak ayak bastığım topraklar bana yabancı değil. İnsanlarla bir iki saniyelik boşluktan sonra kolayca göz göze geliyorum, selamlaşıyoruz. Bulunduğumuz Kola Yarımadası ne başkente ne de St.Petersburg’a benziyor; Burası su katılmamış Rusya.

 

Ülkenin kendine özgü nostaljik-romantik bir atmosferi var, yakın tarih kokuyor. Hatta sanki oralarda daha önce bir dolu yaşam sürmüşüm gibi bir duyguya kapılıyorum. Orada kaldığım günler boyunca bu duygu daha da pekişiyor. Nedenini bilmiyorum. Sanki bir anı forografı var bir yerlerde, belki de bitmek bilmez bir aşk var...


    Cem Güneş    


‘Bu yazı Rusça olarak Kola yarımadası bölgesinde Niva gazetesi ve İnternette << Ana fikir >> dergisinde yayınlanmıştır.’