Semyae



                                                                                                                       SEMJAE

 

 

 Bu kentle; ne çocukluğunun yarısından fazlasını unuttuğu ezgileriyle, ne de gençliğinin bol düşlü, pop müzikli, İngilizce dergili gecelerinde tanışma fırsatı bulabilmişti. Dış yüzünü biraz olsun görebilme sansı yaratabilecek şekilde, içinden bir otobüsle bile geçmemişti. Filimler hep burada çevrilir, dünya ülkeden çok bu kenti tanır, ara ara konuşurdu. Bu kent bir çok cinayet romanına da konu olmuştu.

Ulaşabildiği kasım günü ise üzerinden aceleci insanların geçtiği o uzun beton caddenin yaşlı müzisyeni herkese ve her yere arkasını dönmüştü. Okşadığı kemanın gevşek ve yorgun tellerinden çıkan melodi; beton ve kaosun altında ezilen o alımlı kentin dinmeyen iniltileriydi sanki. Alımlı kent ara ara üzerindeki yükü taşıyamaz bir halde hıçkırıklarla ağlıyordu, ama sesini duyan, onun gerçek düşlerini hisseden çok azdı.

Onun kulaklarında çınlayan ise, Beethoven`in ölen bir müzisyen dostu için bestelediği “Pathetique Sonat”ıydı. Bir de arayışındaki o sözcük!?


Aynı caddede gençlere giyim eşyaları satan - her şeyi alan da satan da çoktu o kentte - butiğin önünde belden aşşağısı olmayan bir adam; oldukça hareketli bir yeni Avrupa cıngılında dans ediyordu kendince. Bacaklarının olmaması nedeniyle gerçekleştiremediği figürleri omuzlarını silkerek ve yüzünde oluşturduğu çevik mimiklerle tamamlamaktaydı. O mimikleri; şimdi keşmenkeşliğin içine yakıştırılmaya çalışılan o yeşillendirilmeye uğraşımsı yerlerine benzetti o yitik beldenin. Ve dudakları o sözcüğü anlamsızca mırıldandı:


'' Semjae ! ''


İşte bu kentin dik yokuşlu mahallelerinden birinde, taşlı yollardan ulaşılan ve bacasından dumanı hafif tuten ahşap evin beyaz boyalı pancurları arasından,   akşam üzerimiydi neydi?   Bir çift kararlı ela gözle karşılaştı. Bu gözlerin sahibi ona dosttu, yakındı ve kaçamazdı.


Soğuk ve üşüyen ellerinin yırtık yün eldiveni ile tuttuğu okul çantasıyla geldiği ev, ve actığı ödev defterlerinin özenli kenar süsleri geldi aklına. Ve çok renkli, çok sesli bir panayırın tam ortasındayken o; aynı sonat uzaklardan geliyor, sanki bir meltemle beraber okşuyordu kulakları. Aklında ne gevrek, ne kestane ne de pamuk helva vardı. Onun sesini duyabilmek için kendisini bütün duyumlara kapattığında yalnızca beyaz pantalonundaki çocukluk lekesi, diz yaralarının sızısı ile ellerinden kaçamaması gereken O`nun sesi dolduruvermişti bütün bilincini.


Ama kaçacaktı. Bunu iyi bildiğinden O`nu kıstırabileceği yeri önceden kestirmeye çalışıyordu.

O Ceylan adımlarıyla gülümseerek uzaklaşırken, ardından “Semjae”diye seslendi bir an. Ve yüksek bir betonun gölgesinde tekrar yakaladı. Ve O' na neden böyle seslendiğine hiçbir anlam veremedi. Dinç elleriyle saçlarını, yalvaran gözleriyle gözlerini hapse aldı. Yüzü yüzüne, kuru dudakları dudaklarına çok yakındı.

Konuşmak istemiyor, gözlerine bakıp O`nu iyice kendine katmak için bütün metafiziksel gücünü O`nunla ve O`nun vücudunda birleştirmek istiyordu. Başonı bir an çevirdiğinde ise kokusunu havada öpüverdi.


Kollarından tekrar sıyrıldığında gözlerinin en son takıldığı yer O`nun ince ayak bilekleriydi. Tenini gördüğünde; uzaklarda Laponya`daki beyaz ormanda yaşayan Karlar Kraliçesi`nin doyumsuzluklarını anımsadı birden. O`nun kaçışı o olgun doymazlıkların yanında yalnızca bir tutam alımlı davranıştı...


O gün Kasım ayı çoktan bitmişti. Yaz ortalarında bir çarşamba gunüydü. O`nu paslı fare kapanı satan dükkanın önünde tekrar gördü. Pembemsi tenini özenle saran beyaz bluzunun yakaları iyice açıktı. Nemli yel, dalgalı saçlarını ara ara havalandırmaktaydı. Canlı ela gözleri yaz güneşinde pırıl pırıldı. O`na bir türlü yaklaşamayışı korkulu kabus gören çocuğun bir türlü değiştiremediği, içinden çıkamadığı o titreten düş senaryosunu anımsatıyordu. Ama garip bir zevkte vermiyor değildi bu tatlı acı ona.

'' Pathetique Sonat '' havayı doldururken açık mavi gökyüzü ve keçi boynuzları; yardımsızlığını anımsatacak sembolik dekorlar oluvermişti...


...Yakınlarda bir yerde dolaşan çığırtkan karganın çığlığı ile uyanıverdi birden. Karga arkasına tüm orman sakinlerini almışçasına bağırıyordu. Bu uyandırıcı ses o anki tüm duysal evrenini kaplayıverdi. Güneş ışıkları beyaz perdenin dantelleri arasından sızıp gözlerini kamaştırmayı başardı. O`nun çocuksu yanlarını gizlemeye çalışan kararlı bakışları ve sonsuz kaçışı aklından hiç çıkmayacaktı artık. Ve her yerde, her düşte o sözcüğü umutsuzca sorgulamaya çalışmaktaydı:


“Semjae, Semjae, Semjae.....”

 

                                         Cem Güneş