İKBAL NİNE’ NİN BUZDOLABI
Orta büyüklükte bir Anadolu kentinde bulunan emektar gecekondu evinde konuk olacağız. Yaşlı ve çok sevilen bir ninenin evine gidiyoruz. Bolca gecekonduların bulunduğu mahalleden bahsederken insanın aklına çok çeşitli renkler ve şekiller gelmiyor değil. Kimilerine göre gecekondu mahallesi iğretiliktir, üstünkörülüktür, varoştur, salaştır.Günümüzde varoş sözcüğü sanırım bu tür yerler için çokça kullanılır oldu.
Genelde pek düzlükte olmaz böylesi yerleşimler. En olmadık yamaçlara, sanayi sitesininin, yağhanelerin-tabakhanelerin ardına, çöp toplama merkezlerinin yanı başına, ya da dağın başına kurulurlar. Alt yapıları yetersizdir ve sokaklardan hep pis sular akar. Sokaklar duruma göre toprak, mıcır, moloz ya da taşlıktır. Asfaltsa genelde dar, çatlak, bol çukurlu ve kalitesiz olur. Her evin sahibi bir başka çeşittir. Kimisi demiryollarından emekli, diğerleri emekçi, sinemada biletçi, pavyonda müzisyen, tapu memuru, öğretmen, satış elemanı, gariban, pazarcı, seyyar satıcı...
Yapı cinsi ve çevre düzenlemeleri ise gözlemlemeye değer güzelliklerdir. Sormayın sakın ‘gecekonduda güzellik mi olur?’ diye, olur. Kimisi evin önüne tamamen beton atar ve orası ayrıcalıklı olur. Üstüne de beyaz boya çekti mi evin önü türbenin önü gibi olur, varsın olsun temizlemesi de kolay olur. Evlerin bazıları aslında bir mimarlık harikasıdır. Yapıların mühendislik açısından bakıldığında belki de en kötü yanı temelsız dogrudan toprağa oturuyor olmasıdır. Bir bodrumu olmadığı için bağımsız bu evler kışın zor ısınır, çünkü toprağın soğuğunu ve nemini aynen emer. Ama o tenekelerin, taşların, briketlerin, asmolenlerin, tuğlaların, camın ve ahşapın kullanılma biçimini iyi gözlemleyen de hayretler içinde kalır. Bu insan yaratıcılığının çeşitliliği ve güzelliğiyle ilintili bir durumdur. Neyin nerede kullanılacağı hiç mi hiç belli olmaz. Soba boruları evin duvarından, çatısından, camın yanından da çıkar. Renk seçimleri de başlı başına bir ekoldür. Koyu pembe, beyaz, çivit mavi, içinde hafif sarı olan koyu türbe yeşili, açık pembe ya da şampanya. Bazılarının harika camekan girişleri olur, oralarda kışın nineler çaylarını yudumlarken geçen mahaleliyi seyrederler. Ama o camekanların demirleri hep asimetrik boyanmıştır. Çoğunda yağlı boya cama akmış ya da kenarlardan bulaşmıştır. Camlarda çatlaklar olur, camın kenarına yakın yerlerde ise bu çatlaklar affedilir, ön cephede değilse, ortalardaki çatlaklar da sorun değildir.
Odaların ölçüleri yaratıcılığın başka bir güzel boyutudur. Bazı odalar öyle küçüktür ki, bir odaya üç kişi anca girer. Bir başka oda ya da salonun büyüklüğüyse voleybol sahasını andırır. Duvarın bir ucundan diğer ucuna kadar ince uzun bir sedir olur. Yerlerde kat kat halılar kışın soğuğa karşı koruyucudur. Tavanlarda kontraplak, beşon tahta, kara beton, gazete ve daha neler... Elektrik kablolarının yerleşimi, geçtiği köşeler, prizler için seçilen yerler şaşırılacak kadar eğlencelidir. Standard dediğimiz normal konutlarda, dairelerde veya günümüz villalarında böylesine hiç rastlayamayız.
Kar yağdığı zaman bu mahallelerin sokakları da bambaşka şenlenir. Etrafı duman kaplar, kayganlaşan yollara sobalardan artan küller serpiştirilir, böylece kaygan yollara gariban çözüm bulunur. El örgüsünden yün çorap kullanan, ‘mest’ denilen lastik ayakkabılar giyen, yollarda iki elini arkasında birleştirmiş şekilde yürüyen yaşlıları görürüz. Ayakları kaymasın diye mestlerin üzerine delinmiş eski çorapları geçirirler. Bazı çocukların eldiveni bile yoktur, onlar da kartopu oynamak için ellerine çorap geçirirler. Bu gariplerin yanakları soğuktan al aldır. El yapımı, hurda tahtadan kızaklara binerler. Simitçiler, eskiciler, bohçacılar geçer gider mahallenin içinden. Bazıları kek kırıntısı, kuru iğde veya şuruplu tatlı satar. Buralar kentin bir başka yüzüdür ve konuk olduğunuzda kendinizi çabucak evinizde hissedersiniz. Çocuklar mahaleye yeni adım atan insanları hemen ayırt eder, çoklukla da sorarlar,
“Kime geldiniz? Kimi göreceksiniz? Kimi aradınız ağabey?’’
“O eve biz sizi götürürüz. Götürelim mi?”
İçlerinden biri kime gittiğinizi öğrenir öğrenmez koşmaya başlar ve konuğun gitmekte olduğu eve haberi uçurur,
“İkbal nine misafiringiz var. Şekerimizi isterik.”
Bizim için haber uçuran olmadı, biz bu çocukların devriyesine denk gelmedik, belki de kuka oynuyorlardı ya da birinin evinde toplanmışlardı ve film seyrediyorlardı. Gözden kaçtık ama valide evin yerini bildiği için kolayca bulduk. Eve girerken biraz şaşırdım, nitekim güneş alan camlı bir giriş bölümünden geçerek ve merdivenler çıkarak ikinci kata ulaştık, çünkü kabul alanı oradaydı. İkbal Nine’nin elini öpüp salonda yerimizi aldık. Boşuna hayran olmamışız, bu ev gerçekten görülmeye ve anlatılmaya değermiş. Gecekondu mahallesinde bir bey evi sanki. Kapısında Maşallah da asılı, ne de olsa bulundugumuz yer bir Anadolu kenti.
Ninenin yaklaşık yetmiş yedi yaşında olduğunu biliyorduk. Evde bizimle beraber bir de komşusu vardı, o da konuk olarak gelmişti. İkbal Nine’nin bir hayli sağlık sorunu vardı. Romatizma, şeker, solunum problemleri, parmakları tutmuyor, dizleri çözülüyor ve daha neler neler. Ak pak-kaneviçe dantellerle süslenmiş bir divana oturmuş hem anlatıyor, hem de bizi dinliyordu. Doktorların reçetelerinden bahsediyor, ilaçların fayda etmediğinden, en etkili ilaçları yazan çok sevdiği doktorun ise Merzifon’a tayin edilmiş olduğundan yakınıyordu.
Sonra konu dönüp dolaşıp en önemlisine geçim derdine geliyordu. Pahalılıktan yakınıyordu bize. Beyinden kalma emekli maaşıyla geçinemez hale geldiğini anlatıyordu. Yanıbaşında sıkı sıkı sarıldığı örgü naylonu vardı, ama yine de o ne moher ne de baklava örgülerden, yalnızca güncel ekonomi ve gitikçe ağırlaşan koşullardan bahsediyordu,
“Maaş on beş gün zor gidiyor. Kızlarım ve damatlarım da kendi dertlerine düşmüşler. Hiç param olmadığını kimseye söyleyemiyorum inanın. Akrabalar ya da eski dostlar istersem az da olsa bir sıkma atıyorlar, o da her zaman değil, yoksa Tanrı sizi inandırsın darülacezeye düşeceğim.”
Bir an gözlerim evin içine kaydığında, önce beyaz kireç duvarlardaki asimetrik çatlaklıklar gözüme ilişiyordu. Ne abstrakt ve kübistik tablolar oluşturmuş bu çatlaklar. Çatlakların estetik güzelliği geçen zamandan kaynaklanıyor. Kısa sürede oluşmuş olsalar bu kadar alımlı olamazlardı. Çatlaklar odanın havasını ısıtıyor, bizi tarihle kucaklaştırıyordu. Onları seyrederken sanki bir kaplıca havuzunda dinleniyormuşçasına huzur buluyorduk. Duvarda bir firmanın bedava verdiği yapraklı takvim, takvimde de gaz tüpü resmi vardı. Vezüv marka gaz sobası, lale desenli perdeler ve altında görülmeye değer tül. Bu tül perde de alışılagelmiş değil karışık desenli hem de çok renkliydi. Yerde kahve ve kiremit renk tonlarının ağırlıkta olduğu bir göbekli alaturka halı, halının üstünde Anadolu desenleri vardı. Gördes halısı olduğu kesindi. Çaydanlık Denizli yapımı, güğüm sanırım Bursa olmalı. İkbal Nine divanının üstünde tahta kurulmuş gibi oturuyor. Yaslandığı yastıklar tam Anadolu usulü içleri ot dolu sert yastıklardı, kenarları dantel örtüleriyle süslenmişti. Duvarlar biraz isli ve badana istiyor ama çatlaklara laf yok onları sevdim...
Bu evin içinde gözlerim dolanırken aklıma Türk filmleri gelmiyor değil. Hani Memduh Ün ya da Kadri Yurdatap diyelim bir film çekimi sırasında bir memurun ya da dar gelirli emeklinin iki göz odalı fakirhanesinde çekim yapmak istese tam yeri burası. Hani bir ricayla gönlünü alsalar İkbal ninenin evi tam anlamıyla bir kültür odağı. Anadolu orta direğinin kusursuz bir kesitiydi.
Bunları düşünüp İkbal ninenin biricik kızının demlediği çayı altın yaldızlı bardağından içerken gözüm elektronik eşyalara takılıyor. Ha unutmadan o plastikten üretim kırmızı beyaz desenli çay tabaklarından bahsetmeden geçemeyeceğim. O tabaklar kamyoncu barınaklarında, kahvehanelerde, kantinlerde sözcüğün tam anlamıyla has çayın içildiği her yerde bulunurlar. Burada da ortam doğal olarak aynıydı.
Televizyon çok yeni tip bir geniş ekran televizyon. Müzik seti de oldukça yeni teknoloji ürünlerden biri gibi görünüyordu. Her ne kadar dar gelirli de olsa da ninemiz, elektronik eşyalar konusunda oldukça düzeyli ve zevk sahibi olduğunu gösteriyordu. Perdenin tam üstünde en yeni model Arçelik klima monte edilmiş durumdaydı. Elektronik eşyalara gözümün takıldığını hisseden nine hemen söze girdi,
“Elektronik eşya konusunda dikkat etmek lazım. Kalitesiz mal aslında daha pahalıya mal olabiliyor. Eskiden tamirciler kalenderdi, yaşlıya saygı vardı. Şimdi doğru dürüst tamirci bulmak da zor. Geçen gün duydum kalfası ağlayarak anlattı, çamaşır makinelerini tamir eden usta geçim derdinden, alacaklı korkusundan bunalıma girip intihar etmiş. Görüyor musun oğlum ne günlere geldik? Ben taksitle, kimi zaman da gazete kuponlarıyla alıyorum bunları. Amma ve lakin yeni alıyorum, artık kullanılmışa itimadım yok. Bak oğlum gir mutfağa oradaki su ısıtıcısını da gazeteden aldım.”
İkbal Nine’nin isteğini kırmıyorum, kabul ediyorum ve mutfağa giriyorum. Bu sırada hanım kızı da bana bir tabak kurabiye veriyor, teşekkür ediyorum. Mutfakta gazete kuponlarından kazanılan su ısıtıcısını tam anlamıyla gölgede bırakan bir alet var. Dev büyüklükte dört yıldızlı ve “no frost’’ buzlanma yapmayan ‘Ariston’ marka buzdolabı. Heybetli bir makine bu, ve üzerine plastik çiçekli bir vazo konulmuş. Vazonun altındaki harika dantel işleme buzdolabının önüne doğru sarkıyor. Mıknatıslı ve büyükçe bir nazar boncuğu da süslemiş Ariston buzdolabını.
Tekrar kurabiye ve çayımla misafir odasına geçiyorum, orası daha sıcak ve konforlu. Çaylarımız tazelenirken ben de dışarıyı seyrediyorum. Sokak satıcıları bağırırken, ardından hurdacı geliyor. Gençler çöplerden kağıt ve cam parçaları topluyor. Çöpte hastalıklı maddeler, kan bulaşmış camlar, daha neler neler olabilir. Gençler bu olasılıklara aldırmadan ganimeti tahtadan bir el arabasına doldurup, yorgun argın başka bir çöplüğün yolunu tutuyor.
İkbal Nine’den anılarını dinliyorum. Demiryolcu kocasının işi yüzünden yaşamının geçtiği kasabaları ve kentleri anlatıyor bana. Zor koşulları, o koşullarda nasıl çocuk büyütebildiğini anlatıyor. Çocuklarını bir sobanın önünde leğende nasıl yıkayabildiğini, ilkokula nasıl hazırladığını anlatıyor,
“Oğlum zaman geliyordu inan çocuklarıma yedirecek margarini zor buluyordum. Akşam yemeğinde makarna ve ekmek yiyorduk. Bu teyzen neler çekti neler bir bilsen.”
Birden İkbal Nine’nin yüzü sertleşiyor ve kararlı kararlı,
“Amma hiç pes etmedik, umudumuzu hiç yitirmedik, gene de Mustafa Kemal Paşa’yı unutmadık ve her zaman da duacıyız oğlum.”
Sonra eski şarkılardan, Hamiyet Yüceses’ten, Zeki Müren’den, Müzeyyen Senar’dan, Safiye Ayla’dan söz ediyor. Eski konser anılarını anlatıyor:
“Şimdi artık o güzelimkonserler de kalmadı. Görüyorsun oğlum, televizyonlarda bir gösteri bir gösteri. Boş konuşuyorlar, çiğ köfte yoğuruyorlar, şarkı söylüyorlar, pis şakalar yapıyorlar, kimileri telefonla katılıp ya yağ çekiyor ya da saldırı yapıyor. Eskiden böyle değildi, sanatçıya saygı üst sınırdaydı. Onların konserlerini heyecanla beklerdik, paramız olursa onları sevredip dinlerken çok keyif alırdık. Onların özel yaşamlarını pek kurcalayan olmazdı. Şimdi görmüyor musun? Sanatçıların içi dışı meydanda yahu. Onların mahremine giriyorlar, incitiyorlar oğlum. Bizim zamanlarımızda onlara saygı öğretilirdi. Sanatçılar öylesine gerçek, öylesine duyguluydular ki ahhh...”
Kızı İkbal Nine’yi kendisini fazla yormaması ve üzülmemesi için uyarıyor. Çaylarımız tazelenirken konu da biraz dağılır gibi oluyor. Derken yeniden geçim derdine, taksitlere ve gerekli ev eşyalarına geliyor laf. Bu arada bizimle beraber oturan komşu da katılıyor konuya,
“Bir Arçelik buzdolabı aldım, taksit taksit ödüyorum. Spotçulardan aldım ama taksit yapınca biraz daha pahalı oldu. Bayağı yeni bir buzdolabı, yeni olsun dedim ne yapayım her zaman alınmıyor ki. Belki de bu buzdolabı bozuluncaya kadar biz hakkın rahmetine kavuşuruz.”
İkbal Nine hemen atılıyor,
“Nee! Spotçuya taksit mi yaptın? Taksitle zaten yeni fiyatı gibi olur o. Ne tip buzdolabı?”
“Arçelik!..”
“Tamam da onun ne tipi? No frostu var mı?”
“Frost mu ne bilmem, bayağı yeni işte işimizi görüyor.”
“Olur mu? No frostsuz?! Kaç para verdiniz?”
“Bin ikiyüz. Ama herhalde o frostu yok.”
İkbal Nine alaycı bir şekilde gülümsemeye başlıyor ve başını yana doğru eğiyor,
“O frost değil yahu komşu, no frost no. Yani buzlanmadır, karlanmadır yapmıyor. Arada bir buzlarını temizlemeye gerek kalmıyor, İşte o tip. Şimdi bana söyle buzluğu nasıl? Büyük mü? Buzlanma yapıyor mu?’’
Komşu zor durumda, elektronik terimler konusunda oldukça yardımsız ve bilgi azlığı çekiyor. Biraz da konudan kaçmak istemekte. Ne diyeceğini şaşırıyor,
“Bilmem pek karlanmıyor, daha yeni aldık bakarız.”
İkbal Nine bastırdıkça bastırıyor, oturduğu yerde kıpırdanmaya başlıyor. İçi içine sığmaz şekilde başlıyor bilgilendirme harekatına,
“Niye Ariston almadınız kız? No frost. Buzdolabı dedin mi Ariston’dan başkasını kesinlikle tanımam. İkibin beşyüz lira verdim.’’
İkbal Nine yerinde duramıyor, romatizmalı elleri de canlanıyor. Birden bire uzmanlık alanı olan bir konuda adeta konferans vermeye başlıyor. Onu şaşkınlıkla seyredip dinliyoruz. Ariston’un kapasitesinden, soğutma özelliklerinden, kolaylığından söz ediyor. Birden meraklanıyorum ve ufak su dökmek bahanesiyle misafir odasından çıkıyorum. İçeriden sesler halen geliyor,
“Ariston, Ariston...’’
Tuvalete gider gibi yapıp mutfağa süzülüyorum. Aslında bir yakalansam rezil olacağım.
Heyecanla buzdolabını açıyorum. İkibin beşyüz liralık buzdolabının raflarında adeta fareler yan değnegiyle geziyorlar. Bir şişe ve bir diğer plastik sürahide su. Yemek bölümünde bir küçük tabakta üç buruşuk zeytin, bir parça teneke peyniri, yarım kavanoz reçel. Meyveliği açmıyorum çünkü sürgülü ve ses çıkartabilir, ancak bulanık camların arasından bir lahana ve üç-dört domates görünüyor. Buzluğu açıyorum, bir kabın içinde yaklaşık ikiyüz gram donmuş kıyma. Başka yiyecek yok. Buzluğun da buzdolabının da kapağını kapatıyorum. Gülme tutuyor, gözlerimden yaş geliyor. Bu yüzden kendime çok kızıyorum. “ Sen az mı yoksulluk çektin sanki ” diye kendime içerliyorum. Tuvalette biraz bekleyip gülme krizini atlatıyorum ve yüzümü yıkıyorum.
Tuvaletin durumu ve görünüşü de harika. Örneğin alaturka deliğin fare ve kokuya karşı bir kapak düzeni var ki tam bir teknoloji harikası. Aşağıya doğru açılıyor ama yukarı doğru açılmıyor. Yani fare kesinlikle o yolu kullanamaz. Gece lambası gibi bir düzenek kurulmuş. İnce bir kablo bir yerlerden tuvalete sarkıtılmış, sanırım bir adaptörden geçiyor ama adaptör tuvalette değil. Kablo tavana yakın bir yerde bitiyor ve duvara bir şekilde çiviyle beraber çakılmış. Çivi kabloyu tutabilsin diye burulmuş. Kapak falan yok, tek başına küçük bir çıplak mor ampul. Herhalde insanımız tuvalette biraz ürküyor. Yani tuvaletteki gerçekler gün ışığı ya da çıplak gözle rahat görülemüyor. Tuvaletteki dışkı ve cinsel organ gibi gerçekler sanırım biraz örtülmek isteniyor. Ancak tamamen aydınlatabilmek için de lamba var, bunun kullanım zamanı muhtemelen temizlik olmalı. O lamba da çıplak bir kırklık ampul ve giriş kapısının üstüne bir yere monte edilmiş. Böylece su falan fışkırırsa diye iki lamba düzeneği de yeterince tehlikeden uzağa yerleştirilmiş durumda. Bu tam bir sertifikasız profesyonel işi. Görsem ustanın elini öpeceğim. Tuvaleti daha yakından incelemiyorum, bu konuda da vicdanım rahatsız, çünkü halen buzdolabının etkisindeyim.
İyice bir nefes alıp tekrar misafir odasına dönüyorum. Yüzlerine fazla bakamıyorum, göz göze gelsek ağladığımı sanıp beni soru yağmuruna tutacaklar. Çünkü gözlerimden yaş geldi. Bunun için utanıyorum, içim büklüm büklüm. Belki güldüğümü de anlayabilirler, foyamız meydana çıkabilir. Duygularımı nasıl anlatacağım onlara? Konuşmalara kısa ve öz olarak katılıyorum, yüzüm halıya dönük ve desenleri etüt ediyorum. Soru gelirse ya ‘evetle’ ya da ‘hayırla’ kısa yanıtlar verip gülmemi zor tutuyorum. Aslında o anda neden bu kadar güldüğüme de bir anlam veremiyorum. Yokluk mu, yoksa başka bir nedeni mi var? Yoksulluksa yoksulluk, insan hali hiç de komik değil.
Biraz sonra el öpüp misafirlikten dışarı çıkıyoruz. Misafirlikte beraberimde olan anneme mutfağa gittiğimi ve o meşhur Ariston buzdolabının içinde neler gördüğümü, özellikle no frost buzluğun içinde neler gördüğümü anlatıyorum... Birbirimize sarılıp gülüşüyoruz. Değil Avrupa Birliği, hangi birlik ya da ekonomik işbirliği konferansları örgütleri olursa olsun, böylesi bir tüketim toplumu bulamazlar. Hani atalar bile demişler ya zaar; “ Ayranı yok içmeye, tahteravanla gider sı..maya diye.’’ Burası melmeket gardaşım, yok öyle!
Cem Güneş